Daha ilk yüzyıllarda, Ehl-I Kitap kültürünün etkisiyle, hayat kitabı olan Kur’an’a kitab-ı mukaddes muamelesi yapan bir damar oluştu. Marjinal kalması gereken bu damar, tarihi süreç içerisinde yer yer ‘ana akım’a dönüştü. Cahil kitlelerin okşanan hissiyatı bu damarı rakipsiz hale getirdi.
Oysa Kur’an ‘mukaddes kitap’ değil, ‘hayat kitabı’dır.
Dokunulamaz ve ulaşılamaz değil, her an hayatın içinde dokunulanabilir ve ulaşılabilir olandır. Kuddus olan Allah’tır ve kutsallık Allah’ın tekelindedir. İslam’da ne peygamberin bedeni, ne Kur’an’ın yazıldığı sayfalar ‘kutsal’değildir. “ Hayat kitabı Kur’an” hakikati ile “ Mukaddes Mushaf” imajı arasındaki farkları şöyle sıralayabiliriz.
1. Hayat kitabı Kur’an dokunulabilir, mukaddes mushaf dokunulamaz. Bu durumda ona dokunmak için Yahudi kültüründe Kitab-ı Mukaddes’e dokunmak için gerekli olan abdest, mushaf için de gerekli hale getirildi. Bunun anlamı, Kur’an’la ilişki kurmak için birtakım icat edilmiş prosedür ve bürokrasiye gerek duyulması idi.
2. Mubin Kur’an anlaşılması farz olan bir yol arkadaşı ve rehber, mukaddes Mushaf ise anlamına ulaşılamaz bir fetiş ve kutsal. Kur’an anlamak için okunurken, Mukaddes Mushaf teberrüken telaffuz edilmeye başlandı. Kur’an diriye hitap ederken, Mushaf “ölüler kitabı” haline getirildi.
3. Kur’an dine dair her şeyin kendisine arz edileceği bir mihenk taşıdır. Mukaddes mushaf ise dinin mihenk taşı olmaktan çıkarılıp yerine sahte mihenk taşlarının ikamesinin adıdır. Bu değiş tokuş karşılığında, Mushaf’a rüşvet ve sus payı olarak ‘mukaddeslik’ payesi verilecektir. Kur’an kendisini kurtuluş reçetesi olarak sunmuştu. Allah Resulü’nün Kur’an’ın demediğini demesi mümkün değildir. Fakat Sünnilerin çoğu “hadisi-sünneti”, Şiilerin çoğu “ ehl-I beyti-ıtreti” Kur’an’a ortak ilan ettiler.” Kur’an’a şerik ilan edilen “ sünnet” aslında Kur’an’ın “ Allah’ın Rasulü’nde sizin için bir örneklik vardır” dediği şeye tekabül ediyordu. Sonradan Kur’an’a ortak ilan edilen “sünnet”, Hz. Aişe’nin tam isabetle dediği gibi, “ Rasullah’ın ahlakı” idi.
Kur’an dışı vahiy iddialarının temelinde, Kur’an’ın yetersizliği fikri yatar. Başta Hz. Rasul’ün sözleri ve davranışları olmak üzere Kur’an dışında herhangi bir şeyi vahiy ilan etme emareleri Hicri ilk yüzyılda görülmeye başlandı.
Fakat vahyi vahy-I metluv (tilavet olunan vahiy) ve vahy-I gayr-ı metluv ( tilavet olunmayan vahiy) diye ikiye ayırma bid’at’ı, Hz. Nebi’nin vefatından yaklaşık iki yüzyıl sonra ortaya çıkmıştı. Bu bid’at, Kur’an’a ve Allah Resulü’ne rağmen Hicri 3.yy’da Müslüman ilahiyatının ana akımına dönüştü. Kur’an dışında kendinden bir şey yazılmasını ısrarla yasaklayan Hz. Nebi’nin mücadelesi böyle boşa çıkarılmıştı.
Kopuş bu noktada durmadı. Peşinden “sünnet” Kur’an’ın yargıcı ilan edildi. “Sünnet Kur’an’ın yargıcı olarak geldi, fakat Kur’an sünnetin yargıcı olarak gelmedi.” sözünü söylemeye cüret edenler, ümmetin baskın dini eğilimini temsil eder hale geldiler. İş buralara varınca; “ Mezhebimize aykırı olan her ayet ve hadis ya tevil edilmiştir; ya da nesh edilmiştir” demek noktasına gelip dayandı.
Hayat kitabı Kur’an’dan kopuş sürecinde paralel olarak, İslam ümmeti hayattan ve anlamdan da koptu. Kur’an ümmetin öznesi iken ümmet de hayatın öznesi idi. Ne zaman ki ümmet Kur’an’ı nesneleştirdi, kendisi de tarihin nesnesi haline geldi. Bu durum, yıkılmalar, çözülmeler ve dağılmaları peşinden getirdi. Bünyeye arız olan illeti teşhis ve tedavi yerine, mazeretler üretildi. İstiğfar gibi bir özeleştiri yerine ötekini suçlama tercih edildi.
Fakat son yüzyıllarda hayattan ve anlamdan kopuşun ümmeti nereye sürüklediğini gören az da olsa âlimler çıktı. Bu âlimlerin ortak yanı, Mushaf’tan Kur’an’a dönüşün imkânlarını araştırmaktı. Bunun için Kur’an’ın anlamıyla yeniden buluşmanın imkanlarını aradılar. İşte nüzul sırasına göre yazılmış tefsirler bu arayışın sonucunda ortaya çıktı.
Kur’an’ı Anlama Yöntemi
Mustafa İslamoğlu
Comments